Uluslararası sol, neoliberalizme karşı direnmenin acı gerçeğiyle yüzleşmek yerine kendi imajını yarattı. Uluslararası solun postmodernizme inanmaya ihtiyacı yoktu çünkü o postmodernizmin ta kendisiydi…
Neoliberalizmin dünya çapında on yıllardır süren yükselişi ve onun özellikle 2007-2008 finansal krizinden bu yana süregiden suskunluğu, bizi şunu sormaya zorluyor; neoliberalizme karşı neden daha başarılı bir direniş gösterilemedi.
İşçi sınıfının özellikle Batı’da değişen yapısıyla başlayabiliriz,ve bu zaman harcamaya değer ve faydalı bir analiz olacaktır, ama bu neoliberalizmin işçi sınıfı direnişini büsbütün ortadan kaldırdığı anlamına gelmezmiş gibi görünmektedir.
Örneğin, Yunanistan’da bir dizi genel grev olmamış gibi değildir. Dahası, Birleşik Devletler çok kısa bir süre önce Siyah halkı öldüren polise karşı yaşanan bir dizi şehir ayaklanmasına tanıklık etmişti. Siyahiler, devletin kendilerine uyguladığı şartlara karşı ayaklanarak binalarını ateşe verip, polis arabalarını tahrip etti. O zamandan beri pek çok katılımcı kundakçılıktan ve başka suçlardan mahkum oldu ve şimdi yıllar boyu sürecek olan hapishane koşullarında yaşamakta.
Sorun saldırganlığın mümkün olmaması ya da bazen eli kulağında olması değil.
İşçi sınıfı, ABD’de polis terörüne karşı büyük bir cesaret gösterdi ve Yunanistan’da yeni kemer sıkma politikalarını kabul etmeyi ekonomilerini rehin almış Avrupa sermayesine rağmen reddetti.
Sorulacak olan soruyu değiştirirsek, o zaman şunu sormamız gerekir:
Sol neden özellikle neoliberalizme karşı direnmekte başarısız oldu?
Bu soruya her biri varolan Sol için yanıt oluşturacak düzinelerce karşılık verebiliriz.
Fakat SYRIZA’nın Yunanistan’da yeni bir kemer sıkma politikası dalgasına direnmeyi başaramaması – aslında bu politikaları sahiplenmesi- sorunu keskinleştirerek ve açıklığa kavuşturarak, rahatsız edici gerçeği ortaya çıkardı.
Bu gerçek şuydu, Sol belki de neoliberalizme direnmekte başarısız olmamıştı. Belki de bunu hiç denememişti bile.
SYRIZA sosyal demokrasinin neoliberalizme kaymasına bir yanıt olarak radikallerin yaptıkları onyıllık bir ittifak projesi değil miydi? Şu anda muhtemelen ve özellikle bütün katılımcılarına kesinlikle böyle bir proje olarak görünüyor. Ama bütün bir proje çok çabuk çöktüğünden, çok ilgi çekici bir biçimde, bir haftadan kısa bir süre içinde, uluslararası solun kesici ucu olmaktan bunun tam tersini simgeleyen şeylere dönüştü.
SYRIZA’yı ve uluslararası Sol’un mevcut neslini tanımlayan an 11 Temmuz 2015 sabahı erken saatlerde belirdi. Pek çok tarih bu ayrıntıyı pek çok parlamento oturumundan biri olarak unutup gidecek ama o öbürlerinden kat kat daha önemli bir oturumdu. Bu anda, kemer sıkma politikaların reddeden Yunan halkının görkelmi “Hayır” oyundan sadece birkaç gün sonra onların parlamentodaki vekilleri onu sahiplenmeyi seçtiler. Parlamentoda 149 sandalyeye sahip olan radikal Sol koalisyonunun yalnızca iki üyesi kendilerini kemer sıkma politikalarına son vermeye adayarak kendilerini, temsil ettikleri halkla birlikte “Hayır!” oyu verirken buldular. Bu, heyecan verici hataları sonsuza dek tekrarlamak istemiyorsa hiçbir radikalin bundan sonraki ömrü boyunca asla unutmaması gereken, dudak uçuklatan bir andı. Şüphesiz, ayın devamı boyunca oylarda bir gelişme oldu, ama 11 Temmuz’daki çöküş kolay kolay unutulmamalıydı. Çok kısa bir an içinde uluslararası Sol’un sorunun merkezini ya da merkezlerinden birini gördük. Kısacası SYRIZA’nın bu üyeleri SYRIZA’nın birleşik radikal Sol koalisyon olarak imajına, tasarruf tedbirlerine gerçekten karşı çıkma fırsatı ayaklarına kadar geldiğinde bunu değerlendirmekten daha çok bağlıydılar.
Gerçeklikten ve onun sonuçlarından ürkerek geri çekildiler ve bunun yerine çizmiş oldukları imajı benimseyip ona tutundular. Pratikteki Postmodern Sol işte buydu. Acımasız kapitalizmin karşısında uluslararası Sol teoride olmasa da pratiğinde anafikri süsleyerek ve mutlu anlar yaratarak ve direnen kapitalist sömürünün vahşi gerçeğinin karşısına gösterişli liderler çıkararak postmodernizmi benimsedi. Postmodern Sol, teoride meta anlatıları ya da nesnel gerçekliği reddetmedi. Ama aslında tarihin akışını değiştirmeyi merkezine koyan kendi meta anlatısını sahiplendi, ama kendisini tarihsel gelişimin tam ortasında bulduğunda, tarihe hiç kimsenin anlam veremediği uhrevi, amorf bir hata imiş gibi davrandı.
Olan biten basitçe bundan ibaret ve bu gidişatı şekillendirebilecek olası başka bir alternatif yokmuş gibi görünüyor.
Sol bir kez sürücü koltuğuna oturduğunda sistemin entrikalarına pasif olarak katılmaktan başka alternatifi yoktu sanki. Bunun dışındaki herhangi bir şey sadece çok güç olacaktı.
Postmodern Sol, yoksullar ve ezilmişler arasında fiili bir güç yaratmaktan kaçındı, bunun yerine kişisel gelişimin mücadeleymiş ve güçmüş gibi görünen ama içi tamamen boş olan pembe gözlüklerine odaklandı.
Postmodern Sol, bir yandan “sınıf mücadelesi sendikacılığı”hakkında konuşur öte yandan bütçedeki dengeleri korumak adına emekli maaşlarında reforma gitmekten bahseder ve ardından böyle bir şeyi asla desteklemediklerinden dem vurur çünkü kelimelerin bir anlamı yoktur ve nesnel gerçeklikle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Postmodern Sol’un gerçekle ilişkisi kopmuştur çünkü o kendi gerçekliğini yaratmıştır.
Postmodern Sol, postmodernizme inanmaz. Postmodern Sol postmodernizmin kendisidir.
Postmodern Solculuğun maddi temelleri Postmodern Sol nesnel gerçeklikle azalan ilişkinin sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Tam tersine, içinden yükseldiği ve zincirlerle bağlı olduğu, özellikle Sivil Toplum Kuruluşu biçiminde ortaya çıkan, katı bir maddi temeli vardır. Neoliberalizm altında, toplumsal refah programlarının ve işçi sınıfının istikrarını sağlayan diğer kaynakların yıkımı yerini STK’ları tarafından sunulan hizmetlere bırakmıştır. Bu hizmetler vakıflar ve hükümet bağışları ve hatta doğrudan şirketlerin yaptıkları bağışlarla fonlanmaktadır. Bu örgütlenme biçimi hizmet sektöründen Sol’un içine kadar, geniş bir yelpazede hayat buldu. O zaman STK’lar için sorun, direnişlerini finanse eden elit kaynaklara meydan okumadan status quo’ya meydan okumak zorunda olması. Bu sorunun çözülmesi imkansız bir sorun olduğu kanıtlanmıştır ve STK’lar neoliberalizme meydan okumak şöyle dursun onu yeniden üretmeye hizmet etmektedirler.
Bunu bir örnekle açıklayalım. Rosa Luxemburg Stiftung Berlin ve New York merkezli, ünlü bir Polonyalı devrimci olan Rosa Luxemburg’un hayatını öven küresel bir örgütler ağı. Rosa Luxemburg Alman sosyalist hareketine reformizm ve emperyalizm ile ilgili olarak yaptığı eleştirilerle bilinir. Daha sonra iktidara geldiğinde reformist yoldaşları tarafından katledilir. Bu arada, Rosa Luxemburg Stiftung onun ismini kullanırken bir yandan da Birleşmiş Milletleri desteklemekte, kemer sıkma politikalarını benimsedikten sonra Alexis Tsipras’ın seçim başarısını alkışlamaktadır. Luxemburg’un adı neredeyse finansman bulma aracına dönüştürülmüştür.
Sol genel olarak bu tür örgütler tarafından kurulan STK aktivizmi biçiminde var olmaktadır. Yani, tüm radikaller STK biçimi örgütlenmeye yenik düşmek zorunda kalmadılar, yalnızca STK’lar tarafından yürütülen aktivizme uyum sağlama ihtiyacı duydular. Bu aktivizm görünüşte militanlıktı ve destek bulmaya ve reformları başarmaya çalışıyordu ama aslında önemli finans kaynaklarının ve müttefiklerin canını sıkmaktan kaçınıyordu. Kısaca görünüşteki imajı aslen çok devrimci görünen bir şey –örneğin Rose Luxemburg- amaçları bütünüyle neoliberalizme uygun olan insanlar tarafından kullanılabilir.
Postmodern Sol’un Oakland Belediyesi’nden para alması gerekmiyor hatta vergiden muaf bir statüye bile ihtiyacı yok. İhtiyaç duyduğu tek şey katı sınırlamalarını tanımlamadan böylesi bir aktivizmi sisteme bir meydan okuma olarak yutturmaktır. Peki biri bunu neden yapar? Çünkü bu tür bir aktivizm çok heyecan vericidir! O zaman başka herkes de bunu yapar. Burada bir şeylerin yanlış gittiğini söyleyen tek kişi olmak insan için korkunç yalnızlaştırıcı bir şeydir, özellikle de gelecekteki mücadele için bir şeyin zemin oluşturması umuduyla, bir temel oluştururken ya da insanları biraraya getirirken ya da yalnızca insanları bir şey etrafında harekete geçirirken. Ama mücadelenin kendisi yerine göstermelik bir mücadele alırız.
Geçmişte İngiliz Sosyalist İşçi Partisi’nin büyük toplantılarından birine katılmış olan biri, bu örgütün edimsel yönlerinin farkına varır. Onyıllardır devam eden varlığı boyunca gerçek bir işçi partisi inşa etmekte başarısız olmuş bu parti sanki bir işçi partisiymiycesine, “İşçilerin birliği asla yenilmeyecek!” sloganlarıyla sonlanan bir edimsellik yaratmak zorundadır. Kime slogan attıkları belli değildir. Çevrede bir patron gözükmemektedir, dolayısıyla bu sloganlar daha çok eyleme katılan işçiler için atılmaktadır ya da sadece işçi sınıfına bağlılıklarını hatırlamak için parti üyeleri kendi kendine slogan atmaktadırlar. İşçi sınıfına bağlıymış gibi yapmamaktadırlar –gerçekten ona bağlı olduklarına inanmaktadırlar- sorun şudur ki işçilere olan bağlılıkları bir edimden ibarettir. Bir işçi partisi inşa etmek yerine, kurulacak bu partiye katılacak işçilerin hayallerinde bunun yanılsamasını yarattılar.
Postmodern Sol tüm sloganları, pankartları ve militan Solun tüm takım taklavatıyla bir Solun simulasyonudur ama direniş eylemlerinden neredeyse hiçbirini göstermez. Mücadele ediyormuş gibi yapar, muzaffer imajının tadını çıkarır ve ardından neden asla başarılı olmadığını sorar, gerçek bir savaş yaşanmadıkça bu zaten imkansızdır. Bu savaşlar çoğu zaman yenilgiyle sonuçlanır, dolayısıyla Postmodern Sol acı gerçeğin yerine mutlu yanılsamayı kabul etmiştir.
Şüphesiz işçi sınıfı yaşadıkları gerçekliğin acılığını yoksayamaz fakat Postmodern Sol genellikle bu dünyada yaşamamaktadır ve dolayısıyla bu onlar için bir sorun teşkil etmez. Öte yandan, Postmodern Solculuk neoliberal kemer sıkma politikalarına meydan okumak konusunda bütünüyle başarısız olmuştur. Öte yandan, kendilerini adadıkları tek işin kendi işlerini korumak olduğunu bir kez anladığımızda Postmodern Sol’un tam zamanlı kadrosunun kemer sıkma politikalarını defetmek gibi olağanüstü bir işi nasıl başarabildiğini göreceğiz.
Postmodern Toplumsal Hareketler, Arun Gupta, stilin öz üzerinde kazandığı dudak uçuklatan bir zafer olarak 2014 İklim Yürüyüşünü tanımlayarak, pek çok toplumsal hareketin gerisindeki postmodern yöntemi tartıştı. Şunu da eklemeden geçmedi:
“Ne bir talep, ne bir hedef ve ne de bir düşman vardı. Yürüyüşün herkesçe bilinen örgütleyicileri bankerleri, tıpkı Blackwater’lı paralı askerleri savaşkarşıtı bir gösteriye katılmaya çağırır gibi, kendileri ile birlikte yürümek konusunda yüreklendiriyorlardı. Para dışında hiçbir birlik yoktu”.
Yüzbinlerce kişinin yaptığı bu yürüyüş nasıl olup da bu kadar güçsüz hale getirilebilir? Çünkü bu yürüyüş he rşeyden çok kendi gelirlerinin akışındaki sürekliliğe adanmış STK’lar tarafından örgütlenmişti. İhtiyaç duyulan tek şey kitlesel bir yürüyüşün imgesiydi, bir şey yapıyormuş hissi yaratmaktı. Gerçek amacınız bağış toplamak, kitap satmak ve konuşma olanakları yaratmaksa bu yürüyüşün sözkonusu sorun açısından –gezegeni kapitalizmin tahribatından kurtarmak- bütünüyle yetersiz ve elverişsiz olması çok da büyük bir problem oluşturmaz. Bir başka deyişle, bu mücadele değil, mücadele biçiminde bir pazarlamadır. Tamamen yapıntıdır.
Ya da Gupta’nın tanımladığı mantıkla: Markalaşma.
İklim krizi işte böyle çözülecek. Postmodern toplumsal hareketler çağındayız. İmaj ideolojiden önce gelir gerçekliği biçimlendirir. Taktikleri, verilecek mesajları, örgütlenmeyi ve stratejiyi Halkla İlişkiler ve pazarlama belirler. Richard Seymour içi boş, kendini iyi hissettiren aktivizmi şöyle tarif ediyor; insanların neoliberalizmin yarattığı dehşete karşı kendi muhalefetlerini ifade ediyor olmaları en sonunda bu vahşete fiilen durdurmak için ne yapabiliriz sorusunu galebe çaldı. Yürüyerek kendimizi bu kadar iyi hissediyorken neden böylesine zor sorular soralım ki?
Seymour’un hakkında yazmış olduğu kemer sıkma politikalarına karşı yapılan yürüyüş gerçekten de eğlenceli olay ve ortamdı. İnsanlar kolayca kontrol altına alacak kadar büyük kalabalıklar halinde caddelere döküldüler ve neşeli başkaldırma sloganları attılar. Bu olayların ‘sıkıcı’ olduğunu iddia edenler gerçekten hatalıdır ve politik macera arayan biri izlenimi verirler.
Sol adına sezgi göstermenin asgari koşulu, bu gösterinin bizzat kendisinin en azından beş senedir süren yıkılıcı başarısızlığın bir kanıtı olduğunun farkında olmaktır. Kayıplar ve ölenler için yas tuttuğumuzun farkındayken yeniden ayağa kalkarak yürümekte olan solun öznelliğinde güçlü ve şaşırtıcı bir biçimde aykırı bir şey var sanki.
Gerçekten işi kast etmediğimiz izlenimini uyandırıyor. Dünyanın duvarlarını ve direklerini sallamak istemekten çok, bir dondurma yiyip eve dönmek istediğimiz izlenimini uyandırıyor. Seymour’un tanımladığı 15 Şubat 2003’ün ortaya koyduğu sorundu, postmodern aktivizminin en yüksek noktası, tüm dünyadan gelen milyonlarca kişinin Irak’taki savaşa karşı yürüdüğü, büyük bir olasılıkla dünya tarihindeki en büyük gösteri.
Milyonlarca insan caddelere doldu ve bunlardan çoğu bu anın hayatlarındaki en kudretli an olduğunu düşündüler, oysa ne kadar az gücümüz vardı.
Şüphesiz milyonlarca insanın muazzam bir gücü vardır ama sokaklarda öylece dikildiklerinde değil, bir pankart taşıyor olsalar ya da politik bir t-shirt giyiyor olsalar dahi…
Postmodern Sol’un hala zaman zaman Irak’taki savaşı durdurmak üzereydik dediğini duyabilirsiniz. Hiçbirşey gerçeklikten bunun kadar uzak olamaz. Ama gerçeklik Postmodern Sol’u takmaz. “Ölmüş kuşakların gelenekleri yaşayanların beyinlerine bir karabasan gibi çöker,” diye yazar Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’inde.
Bu vakada, bu daha çok hayallere dalmak gibi, tüm direniş hayalleriyle beslenen ama direnişin özünü barındırmayan bir mücadele fantazisi. Eğer tüm yapacağımız bundan ibaretse ve bunun ötesine geçmiyorsa, o zaman tamamıyla kaybettik. Bazıları geçtiğimiz onyılda 15 Şubat’la birlikte ortaya çıkan sorunu kavramış ve bu sorunla boğuşmaya başlamış durumda. Başkaları aynı süreci yeniden ve yeniden yaşamaktan tamamen hoşnut, çünkü bu süreç onlara kitaplarını satma, konuşmalar yapma, insanları örgütlerine davet etme ve kar amacı gütmeyen örgütlerini finanse etme fırsatı veriyor. Bu entrikalar biteviye sürebilir ve kapitalist sisteme bütünüyle uygundur. İnsan Postmodern Sol’un sınırları içinde kaldığı sürece kariyerine ve hayatına bir tür devrimci olarak devam edebilir.
(Devam edecek)
http://libcom.org/library/postmodern-left-success-neoliberalism